Kayıtlar

2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
Bildiğim tek şey, tek şey bildiğimdir.
En güzel kurgu hayatın kendisi...
Hayvanlar, bitkiler, böcekler, mal biriktirmeyen, kirli hesap yapmayan bütün canlılar, gül gibi geçinip gidiyordu bu dünyada. İnsan var oldu, berbat etti her şeyi..
Belki çok fazla gülmem, ama güldüğüm zaman içten gülüyorum, yapmacık sahte gülümsemeyi beceremem zaten. Vesikalık veya herhangi bir fotoğrafta da gülümseyen bir pozum neredeyse yok gibidir. Bir resim de gülerken çıkmışsam gerçekten gülmüşümdür. Gel gör ki insanların çoğu sürekli yapay gülümsemeyi, az ama gerçek olanına yeğliyorlar sanki...
Salt para ve maddi menfaat için kalem oynatan yazarları "yazar kasa" diye tanımlamak gerek..
İnsanoğlu tuhaf, çoğu zaman başkasına verdiği öğüdü kendisi yerine getirmiyor. Kişi verdiği öğüde kendisi uymalı önce...
Kitleleri sinsice denize düşürenler, sarılmak zorunda kalacakları yılanı da önceden ayarlıyorlar her zaman.
Asırlık ağaca baktığımda babacan bir gülümseme görür gibi oluyorum hep. Bilge ve vakur bir gülümseme.
Etme bulma dünyası: eden ve bulduran eski ortaklar. Değişmeden devam eden şey ise zulüm.
Emtia dünyaya hükümdar olmaz.
Internetteki "robot olmadığınızı kanıtlayın" uyarısı, robotlar dünyayı ele geçirirse "robot olduğunuzu kanıtlayın"a dönüşür herhalde. 
Büyük sisteme karşı çıkış, o büyük sistemin küçük benzerlerinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyor çoğu zaman.
Yan yana mı, yana yana mı ?
"Fall in love" değil, "rise to love" olmalı bence.
Okur-gezer
Her şeye rağmen yaşamayı özleyeceğim, sonuçta bir süredir yaşıyorum ve alıştım. Alışkanlıklardan vazgeçmek kolay değildir. Ama malum, hayatta olmadığım süre hayatta olduğum süreden çok daha fazla, ölüme de alışmam zor olmaz sanırım.
Uğur böceği ne güzeldir,  gelse konsa üstüne,  insanın üstüne konması uğur zaten, başka uğur getirmesine gerek var mı?
Edebiyat yapma, felsefe yapma, artistlik yapma.  Hepsi de yapılması çok gerekli ve güzel şeyler, ama toplum kötü anlam yüklemiş nedense.
Bir kere görmek yüz kere dinlemekten, Bir kere yapmak yüz kere görmekten iyidir.
Ne uykum tam uyku, ne uyanıklığım tam uyanıklık...
Bir varmış bir yokmuş. Belki de, Hep varmış veya hiç yokmuş. Hangisi doğru kim bilir...
Gelir dağılımındaki eşitsizlik, sosyal adaletsizlik çözülmezse zenginler etrafı elektrikli tel örgülerle çevrili "güvenlikli" sitelerde yaşar. Aslında kendilerini lüks hapishanelere kapatmış olurlar.
Bir müddet sonra insanın boğazında düğümler iyice çörekleniyor. Hüzün de denemez daha ağır bir şey, keder desek daha doğru. "Ölünce geçer mi" diye düşünüyorum, umarım geçiyordur, ölüm bu işe yarasa bari...
Yakınım olsun ya da sevdiğim ünlü bir kişi olsun, öldüğünde ne kadar alışmış olduğumu anlıyorum o insana. Ama kendime öyle bir alışkanlığım yok gibi, kendi yokluğumu fark etmem bile sanki.
Baskıcı yönetimlerde toplumun elinden herşeyi alındıkça, daha azına da razı, hatta şükreder hale getirilir çoğunluk.
Bir kişiye mi yoksa bir ana mı aşık oluyoruz, sanki daha çok bir ana aşık oluyorum ben. Anın büyüsü geçince kişinin ve yerin pek bir cazibesi kalmıyor sanki.
Para öyle bir şey ki, yokluğunu önemsememek için belli miktarda paran olması gerekiyor.
Paranın açmadığı kapı, kapamadığı çene yoksa; işte o düzen çok çarpık bir düzen.
"Beraberdik, ama çok iyi bir insan, hala arkadaşça görüşüyoruz." Bu cümleyi bir arkadaşım eski kız arkadaş için kurmuştu. Beraberdik ama çok iyi bir insan?  Neden "ama"? Normalde arkadaşım karşı cinsten iyi insanlara ilişki kurmuyor mu? İyi bir insanla sevgili olunamıyor mu? Bir sürü tuhaflık var bu cümlede değil mi...
Bu çarpık düzende gerçekler yalanların hep en az bir adım gerisinden mi gelmek zorunda !?
"Tepişip durun filler, yiyin birbirinizi!" - imza: çimen
Neye yetişmeye çalışıyoruz? Ölüme mi?
Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş. Çünkü bülbül çoğu insandan akıllı, altının o göz boyayan parlaklığına, rengine kanmaz. Ormanın yeşiline, ağacın gölgesine meftundur bülbül. Ve haklıdır...
"Kriz fırsattır" deyip duruyorlar. Kriz fırsatçı için fırsattır. Oportünizm bencilliktir. Ekonomik krizlerde fırsat kollayanların, doğal afet sonrasında yağma için fırsat kollayanlardan farkı yoktur.
BÖCEK Bütün insanlar aynı hızla dönüşüyordu, Birinciliği Gregor Samsa'ya verdiler.
Dünyanın bu evrende ne kadar küçük olduğunu hatırla, dertlerinin önemsiz olduğunu fark edersin derler ya. Mantık olarak doğru, ama bende işe yaramıyor bir türlü. Uzak bir gezegenden Dünya'ya baksam, " dünya ne kadar uzak ve küçük, benim derdim ise ne kadar büyük" diye düşünürdüm sanırım.
Çoğunluk sabah işe gidiyorsa, ben akşam gideyim. Çoğunluk gündüz çalışıyorsa, ben gece çalışayım. Çoğunluk hafta sonu tatil yapıyorsa, ben hafta içi yapayım. Hep bu kafada oldum, aynı anda aynı şeyleri yapmak isteyen kalabalıkların içinde olmak hep boğdu beni. Tenhalar, sessizlikler, dinginlikler, tek başınalıklar, ... İşte benim sevdiğim şeyler... 
Sait Faik ile Peyami Sefa arasında geçtiği söylenen bir tartışma: Louvre Müzesi'nde yangın çıkmış, o an için ya orada bulunan küçük bir çocuğu ya da Mona Lisa tablosunu kurtarma imkanın var. Hangisini kurtarırsın, çocuğu mu, tablo yu mu? Peyami Safa Mona Lisa tablosunu tercih etmiş. Sait Faik haklı olarak tepki göstererek çocuğu kurtaracağını söylemiş. Bir sanat eseri neden vardır? Bir değerli obje olarak var olmak için mi, yoksa insanlığa gerçek değerler konusunda yol göstermek için mi? O sanat eseri müzedeki çocuğun kurtarılması için vardır. O çocuğun hayatını her şeyden önde tutan bir anlayışı insanlara göstermektir sanat eserinin görevi. Çocuk kurtulduğu sürece, sanat eseri obje olarak yanıp kül olsa bile işlevini yerine getirmiş sayılır.
Tarih, bir karanlık tünelden diğerine geçer gibi akıyor. İnsanlığın gün ışığını görebildiği dönemler çok kısa.
Çocukken zamanın durmasını istediğim anlar olurdu. Öğrenciyken mesela, son güne bırakılan ödevler vardır ya, dönem ödevleri falan. Büyük sıkıntıdır son güne bırakılan dönem ödevi. Ya sabahlayıp gününe yetiştireceksin, ya da ödevi vermeyip sıfır alacaksın. Aynı şekilde sınavın bir gün öncesine kadar hiç çalışmamış olmak. İşte öyle gecelerde zamanı bir süre durdurabilme gibi bir süper gücüm olduğunu hayal ederdim. Zamanı durdursam, rahat rahat uyusam, sonra kalkıp ödevi yapsam, veya sınav için çalışsam. Sonra yine uyusam. Uyandığımda saat hiç ilerlememiş olsa, ben de zamanı tekrar başlatıp, hazırlanmış ve güzelce dinlemiş bir şekilde okula gitsem. Böyle bir şeyin hayalini kurmak bile kısa süreliğine de olsa ferahlatırdı beni. Ama sonra sabahlamak gerektiği acı gerçeği dank edince stres, sıkıntı da büyürdü tabii ki...
Çevresini saran ormana baktı, koyu bir yeşil duvar gibiydi etrafında. Güzel ama bir o kadar da ürkütücüydü bir apartman çocuğu için. Kasabadaki küçük market işleten emeklinin söylediklerini düşündü. "Ben de büyük şehirden kaçarcasına gelmiştim evlat. Gözümde tütüyordu buraların doğası, sakinliği. Ama bir süre sonra işler tersine dönmeye başladı. Biraz olsun büyük şehre alışkın insan zaman zaman o kalabalığa ihtiyaç duyuyor. Buralarda hep yalnızlığını hissettiriyor ıssızlık. Nereye gitsen benliğini sırtında taşır gibi. Ormanın içine yürüyüş yapsan düşünceler hayalet gibi yapışıyor ensene. Biraz insan sesi duymak istesen kasabada hep aynı sesler aynı yüzler. İlçeye gitsen yine tanıdık olmayan biri yok. Adeta itiş kakış yürünen o kalabalık gürültülü caddeleri özlüyorsun. Şehirdeyken bilirsin ki, yanı başında o insan kalabalığı, uzun süre aralarına karışmasan da elinin altında. Caddelerin birbirine karışan sesleri, iç sesini bastırır rahatlarsın. Kendini yeterince hazırlamamışsan, y
Beterin beterinin beteri olduğunu görüyor insan, zaman aktıkça. Nerede biter bu "beterin beteri" zinciri... Bir gün biter elbet...
Artık zorunda kalmadıkça dışarıya çıkmıyordu. Aslında bu, evde vakit geçirmeyi çok sevdiğinden değildi. Dışarı çıktığında, gerçekten "dışarıda" hissetmiyordu. Açık havaya çıkmanın verdiği ferahlık çok kısa sürüyordu. Blok blok apartmanlar arasındaki caddelerde, sokaklarda yürürken, bir labirentin koridorlarında yürür gibi hissediyordu. Zaten az sayıda ve küçücük olan parklar da hafifletmiyordu bu duyguyu. Parklar zaten daracıktı, cadde kenarındaydı, trafiğin gürültüsü, kirli havası içindeydi. Bu şehirde büyük parklar planlanmamıştı, içinde kaybolup, şehrin trafiğinden, gürültüsünden, kirliliğinden biraz olsun uzaklaşmaya imkan verebilecek park yoktu. Tek tük ağaçlar da vakur duruşlarının altında acı çeker gibiydiler, etraflarındaki çember daralıyormuş gibi. Çıkmaz bir labirentti şehir, ucunda ışık vaat etmeyen karanlık bir tünel.
Zamanın denizinde, riske girip o büyük dalgalardan birini yakalayan sörfçüler başarılı oluyor...
Ömür, ölümden aldığımız bir avans gibi...
Belki de diğer gezegenlerde bunalıma girenleri dünyaya gönderiyorlardır, “her şeyin sarpa sardığı dünya denen o gezegeni gör de haline şükret” diyerek…
Uzun süredir, yalnız olduğum zamanlar haricinde, uzunca süren bir suskunluk durumuna tanık olmadım. Birileriyle beraberken hep konuşma ihtiyacında insanlar. Biraz uzayan suskunluk süresi sanki birçok şeyin üzerindeki maskeleri indiriyor. Ve bu, rahatsız ediyor insanları, ne olursa olsun konuşmaya devam ederek, gerçekleri örten o sis bulutunun dağılmasına izin vermemeye çalışıyorlar. Acıklı...
Yersiz, yurtsuz olmak tam da benim halim. Keşke göçebe olsaydım, ama öyle de değilim. Tam şehirleşememiş bu beton kapanında sıkışıp kalmışım. Adından başka hiçbir tarafı şehre benzemeyen, gerçek bir şehrin nimetlerinin çoğunun olmadığı, külfetinin ise bol olduğu bu insan yığınında boşa kürek çekip duruyorum. Hayır, aslında kürek çekiyor bile sayılmam, bir girdaba kapılmış gibiyim. Babamın köyüyle bir bağım yok ki oraya sığınayım. Yirmi küsür yaşında gördüm ilk defa o köyü. Kaçmak, sığınmak için fena bir yer değil, ama beni kabul etmez orası, koruyup kollamaz, çünkü yabancıyım orada da. Annemin memleketi desen, yine aynı. Özlediğim bir yer var, bu şehir dışında bir yer, ama neresi... Beni kabullenip, yaralarımı sarıp, arınmam için sığınak olacak bir yer var mı?
Çarklar arasında çürüyerek yitip giden insanın öyküsü sıkıcıdır, hiç cazip tarafı yoktur okur için. Büyük yazar bunu bildiği için, "dönüşüm"ü olağanüstü bir şekilde anlatma ihtiyacı hissetmiştir: Bir böceğe dönüşen insan... Aslında gerçek, çok daha sıkıcı, kasvetli, sıradandır, ve okuru bıktıracak kadar uzundur...